Aynadaki Yalan- Necip Fazıl Kısakürek
Fikir Talimi Kulübü
olarak gerçekleştirdiğimiz; “Türk Edebiyatı’nın Son 150 Yılı: Tanzimat’tan
Günümüze” adlı programımızı bu hafta Pierre Loti tepesinde gerçekleştirirken; Türk
edebiyatının büyük ustaları arasında yer alan Necip Fazıl Kısakürek’in roman
kalıpları içerisinde ele aldığı tek eseri olan, ‘’Aynadaki Yalan’’ adlı kitabını
tahlil ettik.
İlk olarak yazarın
hayatını ele alacak olursak ;
26
Mayıs 1904 İstanbul doğumlu Ahmet Necip Fazıl Kısakürek, 24 yaşındayken
yayımladığı ikinci şiir kitabı Kaldırımlar ile tanınmıştır.1934 yılına kadar
sadece şair olarak tanınmış ve 1934 yılında Abdülhakim Arvasi ile tanıştıktan
sonra büyük bir değişim yaşayarak, mistisizme yönelmiş ve islami kesimin önemli
ideologlarından olmuştur.1943-1978 yılları arasında ise, 512 sayı yayımlanan
Büyük Doğu Dergisi yoluyla İslamcı görüşlerini kamuoyuna duyurmuş ve Büyük Doğu
Hareketi’ne önderlik etmiştir.Büyük Doğu Dergisi ile Türkiye’de antisemitizmin(Yahudi
karşıtlığı) yayılmasına öncülük eden Necip Fazıl, 25 Mayıs 1983 İstanbul’da
vefat etmiştir.
Necip
Fazıl, 1924 yılında Maarif Vekaleti’nin açtığı sınavda gösterdiği başarı
sonucu, üniversitedeki eğitimini resmen tamamlamış sayıldı ve Paris’e
gönderildi.Paris’te bohem bir yaşam sürdü, kumara ilgi duymaya başladı.Bir
yılın sonunda bursu kesildi ve yurda dönmek zorunda kaldı.Daha sonra Paris’teki
bohem hayatına bir süre İstanbul’da da devam etti.1934 yılına kadar yayımladığı;
Örümcek Ağı, Kaldırımlar ve Ben ve Ötesi şiirleri ile ününü zirveye çıkardı.
1934
yılında, Nakşi şeyhi olan Abdülhakim Arvasi ile tanıştı ve büyük bir dönüşüm
yaşadı.Bu tanışmadan sonra şiirlerinde tasavvufi düşünceyi ele almaya başladı.1943
yılından itibaren ise siyasal tavrını ve Türk modernleşmesine eleştirisini
ortaya koyan faaliyetlere başladı.Muhalafet anlayışını ifade eden araç 17 Eylül
1943 günü ilk sayısını çıkardığı ‘’Büyük Doğu’’ dergisi oldu.O dönemde
çıkarılan tek İslamcı dergi olan Büyük Doğu, tek parti döneminde ve Demokrat
Parti iktidarına muhalif bir tutum sergiledi.1940-1980 arası dönemde, İslamcı
bir düşünce ekolü özelliğini taşıdı.İslamcılığa yakın duran birçok kişi,
siyaset insanı ve aydınını etkiledi.Aynı zamanda dergi, Necip Fazıl’ın kurduğu
Büyük Doğu Hareketi düşünce sisteminin de adı oldu.
Yazarın
‘’Aynadaki Yalan’’ adlı ilk romanı 1980 yılında Mayıs ayında yayımlanırken ; batı
batılılaşma, din ve tasavvuf hakkında yoğun fikirler yer almış ve tasavvuf
yoluna giren bir akedemisyenin macerası ele alınmıştır.Necip Fazıl Kısakürek, romanda
başkahraman Naci aracılığıyla insanlığın kurtuluşu için tek modelin İslam
olduğu vurgusunu yapmış ve tasavvufun insanlığın nizamı için gerekli olduğunu
ortaya koymaya çalışmıştır.Romanı uzunca özetleyecek olursak ;
Naci, Edebiyat
Fakültesinde Felsefe asistanıdır, ancak komünist olmadığı halde bohem ve solcu
arkadaşlarıyla birlikte vakit geçirmektedir. Bohem hayattan tatmin olamadığı ve
içindeki çatışmayı gideremediği için huzursuzdur. Kendisine sükun ve huzur
verecek bir arayış içindedir. Naci, sürekli olarak etrafındakilerle alay
etmekte, içten içe kendisine de acı çektirmektedir. ‘O yaşadığı dünyada her
şeyin tahripçisidir. ‘Ben her zaman
yeniğim’ diyen Naci, ‘okunu başkalarına atarken ona bir kavis vermeyi, kendi
ciğerine çevirmeyi bilen (mistik) mizac’a sahiptir.
Askerliği
sırasında bir köyde tanıştığı ve ‘ilim sahibi akıl hocası’ olan Husmen Ağa’nın,
Naci üzerinde büyük etkisi olur. Naci, ruhunun üzerindeki örtüyü Allah’ın lütfuyla
Husmen Ağa vasıtasıyla kaldırmayı başarır. Naci, iman sahibidir, ancak bir
rehberi ya da mürşidi olmadığı için doğruya ulaşamamakta, ‘akrep kıskacı’
dediği düşüncelerle adeta kendi beynini kemirmektedir. Husmen Ağa, medrese
okumuş, Birinci Dünya Savaşı’na, ardından istiklal Savaşı’na katılmış, okumaya
hep devam etmiş, sonunda şehirden kaçıp köyüne sığınmış bir ariftir. Husmen
Ağa, felsefe ile hakikatin bulunmayacağına inanır, bu nedenle Naci’ye ’doğru’yu
bulup bulmadığını sorarak kendisinde merak uyandırmayı başarır.
Naci, Husmen
Ağa’nın evinde bir levhada gördüğü ve çevirisini sorduğu ‘Mutu kable en temutu’
‘Ölmeden evvel ölünüz’ anlamındaki sözden çok etkilenir. Bu söz bir hadistir.
Naci’nin huzursuzluğunda ve arayışında eski harflerin unutturulmaya çalışılmasının
yarattığı kültür kopukluğunun da etkisi vardır. Bu nedenle Naci, eski harfleri
öğrenmeye karar verir. Aradığını yakın çevresinde ya da elinin altında
bulamayan aydın, ister istemez bir çatışma yaşıyor ve huzursuz bir arayış
dönemine giriyor. Naci, bu ruh halindeyken Husmen Ağa ile hayatının dönüm
noktasını yaşar. Onun rehberliği ile arayışını düzeltir, yani neyi aradığını
bilir.
Yazar,
Naci’nin en büyük probleminin ‘ölüm’ olduğunu söylerken onu, bohem hayatı
yaşayan arkadaşlarıyla kıyaslar. O, bohem arkadaşları gibi yaşamayı içgüdülerin
tatmini olarak görmez, tek gerçeğin de ölenin de fert olduğuna inanır. Romanda
Necip Fazıl’ın kendi fikirlerinin Naci’ye yüklendiğini söylemek mümkündür.
Necip Fazıl’a göre ölüm, çetin geçittir. Bu çetin geçitten geçmeye hazırlanmak
olan yaşamanın daha zor olduğunu ifade eden yazar, ölümden habersiz gibi
yaşayan insanları şiirleriyle ikaz eder. Necip Fazıl, ölümsüzlüğü hedefler.
Bunun ise ancak İslam’la gerçekleşeceğini savunur. Çünkü İslam, insana şöyle
der: ‘Sen ölmeyeceksin!’ İnsan, İslam’a inanmakla ölümsüzleşir. Öldükten sonra
dirilmek bilindiği gibi imanın şartlarındandır. Cüneyd-i Bağdadi’nin sözüyle tasavvuf, ‘Hakk’ın
seni senden öldürmesidir.
Naci, Belma
Hanım’a ulaşamadığı ve çıldırmaktan korktuğu bir gün, ikinci benliği –ki ruhun
karşılığı olabilir - tarafından arayışı konusunda uyarılır. Yazar bu anları
Naci’nin ağzından şu sözlerle anlatır: ‘Ne arıyorsun budala?. . . Aradığının
ötesinde Allah var!. . ’ Naci bu sesten sonra cinnet geçirmekten korkar ve
yatağına girer, ‘gözlerini yumar yummaz gördüğü; besili, kuvvetli, alevden dili
sarkık, bembeyaz testere dişleri sipsivri, hançer gözlü bir köpek kendisine
hırlıyor. Bütün iradesini toplayarak kendisine emretti: ‘Uyu!’ Uyumadı,
bayıldı. Yatağından kalktığı ve eşyasını yerli yerinde gördüğü dünya, eskisi
değil, başka bir dünyadır. Burada
bahsedilen köpek, nefsi temsil etmektedir. Nefsin köpeğe benzetilmesiyle ilgili
şöyle bir menkıbe vardır: Abdulkadir-i Geylani, uzun bir riyazetten sonra,
nefsin bir köpek şeklinde ağzından çıkıp bir köşedeki yemek artıklarına doğru süründüğünü
gördü ve haykırdı: İyi ettin de çıktın! Seni bir daha içime almayacağım!’ Hitap
geldi: ‘Onu içine al! Biz seni onunla seviyoruz. Necip Fazıl, nefsi, kendisi için değil, hak
için girişilen işlerde bile kendisine pay çıkarmaya bakan bir köpek olarak
tarif eder. Necip Fazıl’a göre birçok
insanda psikolojik rahatsızlıklar olarak ortaya çıkan şüphe, korku ve bunların
beslenmesi ile arkasından gelen cinnet, nefİsle mücadeleyi bırakanlarda hemen
görülebilir.
Naci için tek
kurtuluş yolunun Allah’a bağlanmak olduğunu bilen annesi, oğluna ‘Allah’a
bağlan, yalancı dünyadan geç ve korkma!. . ’ diyerek ona sabrı telkin eder.
Naci, Allah’ın kendisini affedip etmeyeceği konusunda endişelidir. Tasavvufta
insanın Allah’a kavuşabilmek, onun rızasını elde edebilmek için nefis, şeytan
ve günah engellerini aşması gerekir. Bu nedenle arayış, her arayıcı için bir
imtihan sürecidir. Kişi, ancak nefsinin kötülüklerinden uzaklaşarak Allah’a kavuşabilir.
Naci, vehim ve
şüpheden kaynaklanan bir huzursuzluk içindeyken komşusundan dinlediği ‘Allah
hiçbir nefse gücünden fazlasını yüklemez. ’ ayeti ile ağır yükü kaldıracak güce
sahip olduğunu fark eder, bu idrak onda bir rahatlama yaratır. Bundan sonra
huzursuzluğunu giderecek yeni arayışlara girer. Ruh doktorlarını, ‘kendi
bildiklerinin cahili ve tohumun içindeki gizli cevheri pensle arayan bir kafa sahibi’
olarak gördüğü için onlara danışmaz, ancak annesinin tavsiyesine uyarak bir
hocaya gidip kendini okutur. Hoca, Naci’nin yaşadıklarını ‘vesvese’ olarak
yorumlar. Naci, aradığının manalar aleminde olabileceğine inanır ve mürşit
arayışına çıkar. Ancak bu süreçte dinlediği hocaların, şeyhlerin hepsinde
tebliğ ağzı bulmaktan rahatsız olur ve hayal kırıklığına uğrar. İmamları yobaz
ve softa bulur. Naci’nin aradığı; aşk, vecd ve ihlastır. Naci henüz bir mürşit
bulamasa da kendisine tasavvufi bilgileri ve eski harfleri öğretecek ‘tatlı
bakışlı ve mahcup’ bir imamla tanışır.
Naci bu
dönemde tasavvuf yoluna girmek isteyen birçok talip gibi hatarlarla karşılaşır:
‘Varlık mı, yokluk mu?’ sorusuyla karşılaşan Naci, kendisini şüpheden
uzaklaştırmaya çalışır ve hataratın vicdanına yerleşmesini önlemek için
tasavvuf büyüklerinin hikayelerini hatırlar. O hikayelerden birine romanda yer
verilir: ‘Bir gün sahabiler, Allah’ın Resulüne, ruhlarına musallat bu gibi
tepeden inme duygulardan bahsediyorlar… Ve ezici kalp burkuntuları içinde
kıvrandıklarını söylüyorlar: ‘Bu haller imanın kemalindendir,’ cevabını
alıyorlar. Hatarat, Rahman’dan bir uyarı olabileceği gibi, nefsin ayartması ya
da şeytanın kışkırtması ve vesvesesi de olabilir. Allah, peygamberine şeytanın
hataratından kendine sığınarak sakınmasını emretmiştir. Nefsin ayartması
konusunda ise Kur’an’da şöyle denmiştir: ‘Hayır nefsleriniz sizi böyle bir işe
sürükledi. Bana düşen artık güzel bir sabırdır. (Yusuf, 12/83)
Naci, mürşidi
olmadığı için hataratlarla tek başına mücadele etmeye çalışır, yazar onun
kitaplardan bulduğu çözüm yolundan bahseder: ‘Aldırmayacaksın, boş vereceksin,
güleceksin!. . . Fakat bir taraftan da kalbe yerleşmesine engel olmak için
onları nefyetmeyi, defetmeyi de ihmal etmeyeceksin!. . Ve bileceksin ki,
‘hatar’lar defedildikçe ricat eder gibi yapıp daha kuvvetle hücum eder.
Aldırmamakla kovmak arası, onlara karşılık vereceksin! Tasavvuf yolunda sufilerin
sık karşılaştığı hatarların çeşitleri vardır: ‘Akıldan gelen hatır, günahları
işlemeyi ve hevanın mübah olan şeylere tabi olmasını emreder. Şeytandan gelen hatır,
küfrü, şirki, şakiliği, Allah’ı vaadinde töhmet altında bırakmayı, ibadet ve muamelatta
günah işlemeyi, tevbeyi ertelemeyi ve kişiyi dünya ve ahirette helake
sürükleyecek şeyleri emreder. Bu iki hatır zemmedilmiştir. Her ikisi de bütün
müminlerde bulunur. Kul, bu tür hatırları ancak takva ve zühd ile kendinden
uzaklaştırabilir; bu şekilde varlığını saflaştırabilir; zahir ve batınına
istikamet verebilir. Böylece onun kalbi parlak bir ayna gibi olur. Şeytan ona
herhangi bir yerden gelemez, çünkü kul onu sezer. Naci, kendisini laf hokkabazı
olarak suçlayan şüpheyi def etmek için, son çare olarak secdeye varır. Namazdan
sonra ise ‘her zerresi eriyip akacak şekilde ağlar ve Allah’tan imanı elden
gitmeden ölmeyi ister: ‘Allah’ım; bu içime dolan hislerin, beni bir noktada
kıstırması ve yenmesi ihtimali varsa, secdede tam ismini dile getirdiğim şu an
canımı al ve dünya hayatıma son ver!. . ’ şeklinde dua eder.
Naci, nefsiyle
mücadele ettiği bu dönemde mürşidi olmadığı için şüphe ile baş etmekte zorlanır
ve düşüncelerini not defterine yazarak adeta kendi kendiyle konuşmaya başlar.
Yazdığı konular arasında, hakikat arayışı, birlik ve sır dikkat çekmektedir:
‘Hakikat birdir ve daima bir kişidedir, O bir kişi, bin kişide aranmaz, bin
kişi kendini o bir kişide bulur. ‘Bir’e inan, bir kişiye bağlan ve gergin
ipliklerden daha doğru bir yola düş ve kargaşalıktan kurtul! Allah birdir ve en
büyük peygamberi bir… ‘Anlamak yok, inanmak var! ‘Hakikat… Kederin hakikati
Allah’tan uzaklık, safanın hakikati Allah’a yakınlık… Varlığın hakikati
Allah’ta yok olmak, aşkında hakikati Allah’ı sevmek…Sır… ‘Akıl esrarı sıyırmak
ister. Sıyırdıkça esrar daha ziyade kesafet bağlar. ‘Şeriat, dış görünüşündeki
billur gibi vuzuhuna rağmen, içiyle bütün bir esrar hazinesi… ‘Gerçek esrar
anlayışı İslam’da… Güzellik esrardır. Ve onun içindir ki, güzel, peçe
altındadır. ‘Bütün tasavvuf esrardır… Allah’a esrar yolundan bağlanınız!. . . İhata
edilen her şey, ihata edenin esrar dairesi içindedir… Her şey Allah tarafından
ihata edilmiştir…. Esrarı anlamak, anlayamamayı anlamaktır. Ne güzel anlayış!.
. Sufiler derler ki: ‘Sır, insanın vakıf olduğu şeydir. Sırrın sırrı ise
Hak’tan başkasının muttali olamadığı şeydir. Sufiler derler ki: Hür ve asil
kişilerin kalpleri sırların mezarıdır.
Naci, huzuru
ve sükunu kelimelerle anlatamadığını görünce bir mürşit bulmak gerektiğini bir
kez daha anlar. Bu konuda destek almak üzere mürşit olmasından şüphelendiği
Husmen Ağa’dan yardım alır. Husmen Ağa, seyr-i süluk tecrübesini yaşayan biri
olarak Naci’ye şu sözlerle yol gösterir: ‘Arama hırsını, telaşını da yenecek,
boynunu bükecek ve tevekkülle bekleyeceksin! ‘Allah’ın bu an için senden
esirgediğini zorlamayacaksın! Nasip ise senin haberin olmadan beklediğin
erdirici karşına çıkar. Tasavvuf yoluna giren müridin bir mürşide ihtiyacı
zorunludur. Çünkü şeyh ya da mürşit ilk önce müridin kalbini temizler, böylece
mürid Tevhid-i İlahi’nin ışıklarını yansıtır hale gelebilir.
Husmen Ağa’nın
mürşidi ölmüştür ve Naci’nin merakını ‘eşiğini bekleyen ve bütün emirlerine
boyun eğen bir köpek olmak rütbesinden başka’ kendisinde ‘o soluktan hiçbir
pay’ olmadığını söyleyerek giderir. Husmen Ağa, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin
kitabında yer alan mürit tanımını verir: ‘Ölü yıkayıcısı elinde mevta gibi ne
tarafa döndürülürse dönen ve gık demeyen…Naci, Husmen Ağa’ya tasavvuf yolunda
tek başına olmaktan dolayı yaşadığı sıkıntıları anlatır: ‘Hatarat dedikleri
vehimler içinde kavruluyorum! Bu vehimler sade eşyanın sırrını kucaklama davranışına
karşı harekete geçiyor; tam imana vardıktan sonra bana onda da musallat oluyor.
İmanımı kaybetmek korkusuyla o hale geliyorum ki, kafamı bir mengene içine
sokup kırmalarını, pestil etmelerini isteyeceğim geliyor. Husmen Ağa, bunların,
imanın bastırdığı nefsten gelen şeyler olduğunu ve sevinmesini, çünkü bu
sesleri duymayanların ilahi esrardan uzak düştüklerini söyler. Tek usulün de
nefis canavarının dizginlerini akıla kaptırmamak olduğunu ifade eder. Husmen
Ağa, ona şeytanın hilelerini iyi tanımasını söyler. Şeytanın kötülükle
aldatamayınca iyilikte ölçüyü kaçırtacağı ve sırtına ibadette bile taşınmaz
yükler bindireceği konusunda Naci’yi uyarır. ‘Ruhun, riayet emriyle, şeytanın
esaret teklifleri arasındaki farkı ayırt edecek kıvama ersin!
Naci’nin
arayışı gördüğü bir rüya ile bir yola girer. Çünkü mürşit arayışından uyanış
genişleme (bast) ile başlar, çünkü bu daralmış (kabz) egodan uzağa merkezkaç
harekettir. Uyanış iki yoldan birinde ortaya çıkabilir; kişi ya kendi
tutkularının üstesinden gelmesine imkan veren fevkalade bir tecrübe yaşar (bir
rüya, bir hastalık veya büyük bir aşk gibi) ya da gündelik tecrübelerden
ilgisini kesmeye zorlayan manevi bir inziva arar. Naci, rüyasında Hatçe’yi
çeşme başında görür. Çeşmeden elmas parıltılı bir su akıyordur ve Hatçe,
testisinin hiç dolmadığını söyler. Naci’nin susuzum, isteğine ise ‘dağ dağ
dolaş, bir pınar bul! Ama dikkat et, suyu bulanık olmasın!’ cevabını verir.
Hatçe rahmete ermiş, Naci’ye de ermenin yolunu gösteriyor. Husmen Ağa da aynı
rüyayı görmüştür ve erdirici bulmanın vaktinin geldiğini anlar ve Naci’ye cami
cami gezmesini, hududu da taşırmamasını, her şeyi nasibe bırakmasını söyler. Bu
rüyadan sonraki günlerin birinde Naci’nin yaşadığı bir olay, onu mürşidine
götürür. Şöyle ki: Naci, mescitte Hafız olan meczuba her zamanki gibi para
verir. Hafız, Naci’nin cebindeki para miktarını bilerek bir keramet gösterir.
Yatsıdan sonra Hafız’ı takip eden Naci, onun tanımadığı halde ihtiyaç içinde
olan bir ailenin kapısını çalarak onlara kendisinden aldığı paranın büyük bir
kısmını verdiğini görür. Naci’nin kendisini takip ettiğini bilen meczup
mezarlıklarda dua okuyarak Eyüp’e gelir, eşiğine geldikleri kapıdan Naci’nin
girmesini ister. Kendisinin izni ise eşiğe kadardır. İçeride onu safa geldiniz,
diyerek karşılarlar. Ondan kafasını çıkarmasını isterler, çünkü bu yeni hayatta
ona yeni bir kafa verilecektir. Tasavvufta bir mürşide intisap eden talibin
daha önce bildiği her şeyi unutması istenir. Naci’yi siyah gözlü beyaz sakallı
bir insanın huzuruna çıkarırlar. Sonrasını yazar şöyle anlatır: ‘Naci, görmeye
çalışıyor, fakat göremiyor. Sanki ayakları topraktan kesilmiş ve madde alemiyle
beş hassesi arasında temas kalmamıştır. Kendisini bir endam aynasında görüyor
ve o aynada birini kovalamak istiyor. Fakat mümkün mü? Aynanın içinde yol
almak, mesafeler güya aynıyken kabil mi? Naci bu ‘insan olmayan insan’ önünde
büyük manalar hisseder. ‘yalan, bu dünya yalan… Aynadaki yalan…’ der. Ona ‘
senin işin bu; aynalara tutulanlara yol göstermek. Yoksa sen neredesin, ∗Mevlana Halid’e verilen ayakyolu temizleme işindeki büyüklük
nerede?’ der. ‘Gel, bize gel, başın sıkıştıkça bize gel!. . Var olmak
istiyorsan Allah’da yok ol! Naci, bastığı yerden habersiz, çıkarken bir ara
elini başına götürdü, kafası yerindeydi. Bir ses duydu, içinden gelen: ‘Boşuna
arama, bulamazsın! Naci ve Hafız, gökte bir nur görürler ve Naci, Hatçe’den de
geçerek artık sadece Allah’ı ister.
Bunları Biliyormuydunuz ?
Necip Fazıl Kısakürek’in
Yüksek Devlet Koservatuarı’na Tayini
Hakkında ;
Necip Fazıl 1935’ta İş Bankası Genel Müdürlük kadrosuna
alındı ama bir süre sonra ayrıldı ama çok sürmedi ayrılık. Gerisini Necip Fazıl
Kısakürek’in otobiyografik eseri olan Kafakağıdı’ndan okuyalım : { ‘’ Hemen
Ankara … Eski Umum Müdürü, o zaman İktisat Vekili Celal Bayar’la karşı karşıya
: - Gel bakalım, şair, nerelerdesin ? Duyduğuma göre bankadan istifa etmişsin !
– Öyle oldu. Bir mevsim, suların dibinde yatan bir denizaltıya döndüm.Şimdi su
yüzüne çıkabiliyorum’’
Celal Bayar, fazla tafsilat istemedi, gülümseyerek sordu:
- Tekrar bankaya girmek ister misin ? – Onun için geldim.’’ Bir telefonla iş
halloldu, kendisine, İş Bankası’nın teftiş heyetinde bir kadro bulundu.
1936 sonunda, bir edebiyat dergisi çıkarmaya karar
verdi.Yine doğruca, Celal Bayar’ın evine gitti ve ‘’Memleketin buna ihtiyacını
takdir edersiniz.Eğer emrinizdeki bankalardan İş Bankası ve Sümerbank bana bir
senelik peşin ilan karşılığı muayyen bir para verirlerse bir mesele kalmaz.’’
dedi.Celal Bey kendisine hak verdi ve şarimize 1.600 lira takdim etti.Bir
mebusun ayda 200 lira aldığı günlerde iyi paraydı bu.Necip Fazıl devletten para
almanın ne kadar kolay olduğunu belki de o gün anlamıştı.
İlişkiler o kadar iyiydi ki, Atatürk’ün ölümü üzerine 26
Kasım 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesine şu coşkulu cümleleri yazdı :
‘’Benim gözümde birbirine bağlı
iki işin sahibi iki Atatürk var.Zaman tasnifinde bunlardan biri düşmanın denize
dökülüşüne, öbürü bugüne kadar sürer.Biri ölüm hükmü giymiş bir milleti
şahlandırdı.Mucize çapında bir başarıyla madde ve askerlik planında muzaffer
kıldırdı.Öbürü, bir an evvelki ölüm tehlikesini doğuran sebepler alemine karşı
harekete geçti, fikir ve cemiyat planında yeni bir bünya inşasına
girişti.İnkilabcı Atatürk, Tanzimattan beri Türk cemiyetinin Avrupa medeniyet manzumesine kavuşturulması
yolunda girişilen yarım ve kısır teşebbüsleri tam ve yüzde yüz randımanlı
hamleler haline getirdi.Milli Kahraman’ın ölümü önünde duyduğumz matem hissini,
tek bir emniyet duygusu ile teselliye muktediriz:Teknesinde Atatürk’ü yoğuran
Türk milletinin, için için tekevvünleriyle aynı çapta kahramanlara daime gebe
kalacağı emniyeti…’’
Bu güzel satırların ödülü olarak,Atatürk’ün ölümü üzerine
kurulan Celal Bayar hükümetinde Maarif Vekili olan ve bir kitabını ‘hakkında her vasfın aciz
kaldığı şaire’ diye ithaf eden Hasan Ali Yücel tarafından Dil Tarih Fakültesi
kadrosundan Yüksek Devlet Konservatuarı’na tayin edilmek oldu.
Yorumlar
Yorum Gönder