Aynadaki Yalan- Necip Fazıl Kısakürek



Fikir Talimi Kulübü olarak gerçekleştirdiğimiz; “Türk Edebiyatı’nın Son 150 Yılı: Tanzimat’tan Günümüze” adlı programımızı bu hafta Pierre Loti tepesinde gerçekleştirirken; Türk edebiyatının büyük ustaları arasında yer alan Necip Fazıl Kısakürek’in roman kalıpları içerisinde ele aldığı tek eseri olan, ‘’Aynadaki Yalan’’ adlı kitabını tahlil ettik.
İlk olarak yazarın hayatını ele alacak olursak ;

26 Mayıs 1904 İstanbul doğumlu Ahmet Necip Fazıl Kısakürek, 24 yaşındayken yayımladığı ikinci şiir kitabı Kaldırımlar ile tanınmıştır.1934 yılına kadar sadece şair olarak tanınmış ve 1934 yılında Abdülhakim Arvasi ile tanıştıktan sonra büyük bir değişim yaşayarak, mistisizme yönelmiş ve islami kesimin önemli ideologlarından olmuştur.1943-1978 yılları arasında ise, 512 sayı yayımlanan Büyük Doğu Dergisi yoluyla İslamcı görüşlerini kamuoyuna duyurmuş ve Büyük Doğu Hareketi’ne önderlik etmiştir.Büyük Doğu Dergisi ile Türkiye’de antisemitizmin(Yahudi karşıtlığı) yayılmasına öncülük eden Necip Fazıl, 25 Mayıs 1983 İstanbul’da vefat etmiştir.

Necip Fazıl, 1924 yılında Maarif Vekaleti’nin açtığı sınavda gösterdiği başarı sonucu, üniversitedeki eğitimini resmen tamamlamış sayıldı ve Paris’e gönderildi.Paris’te bohem bir yaşam sürdü, kumara ilgi duymaya başladı.Bir yılın sonunda bursu kesildi ve yurda dönmek zorunda kaldı.Daha sonra Paris’teki bohem hayatına bir süre İstanbul’da da devam etti.1934 yılına kadar yayımladığı; Örümcek Ağı, Kaldırımlar ve Ben ve Ötesi şiirleri ile ününü zirveye çıkardı.

1934 yılında, Nakşi şeyhi olan Abdülhakim Arvasi ile tanıştı ve büyük bir dönüşüm yaşadı.Bu tanışmadan sonra şiirlerinde tasavvufi düşünceyi ele almaya başladı.1943 yılından itibaren ise siyasal tavrını ve Türk modernleşmesine eleştirisini ortaya koyan faaliyetlere başladı.Muhalafet anlayışını ifade eden araç 17 Eylül 1943 günü ilk sayısını çıkardığı ‘’Büyük Doğu’’ dergisi oldu.O dönemde çıkarılan tek İslamcı dergi olan Büyük Doğu, tek parti döneminde ve Demokrat Parti iktidarına muhalif bir tutum sergiledi.1940-1980 arası dönemde, İslamcı bir düşünce ekolü özelliğini taşıdı.İslamcılığa yakın duran birçok kişi, siyaset insanı ve aydınını etkiledi.Aynı zamanda dergi, Necip Fazıl’ın kurduğu Büyük Doğu Hareketi düşünce sisteminin de adı oldu.



Yazarın ‘’Aynadaki Yalan’’ adlı ilk romanı 1980 yılında Mayıs ayında yayımlanırken ; batı batılılaşma, din ve tasavvuf hakkında yoğun fikirler yer almış ve tasavvuf yoluna giren bir akedemisyenin macerası ele alınmıştır.Necip Fazıl Kısakürek, romanda başkahraman Naci aracılığıyla insanlığın kurtuluşu için tek modelin İslam olduğu vurgusunu yapmış ve tasavvufun insanlığın nizamı için gerekli olduğunu ortaya koymaya çalışmıştır.Romanı uzunca özetleyecek olursak ;

Naci, Edebiyat Fakültesinde Felsefe asistanıdır, ancak komünist olmadığı halde bohem ve solcu arkadaşlarıyla birlikte vakit geçirmektedir. Bohem hayattan tatmin olamadığı ve içindeki çatışmayı gideremediği için huzursuzdur. Kendisine sükun ve huzur verecek bir arayış içindedir. Naci, sürekli olarak etrafındakilerle alay etmekte, içten içe kendisine de acı çektirmektedir. ‘O yaşadığı dünyada her şeyin tahripçisidir.  ‘Ben her zaman yeniğim’ diyen Naci, ‘okunu başkalarına atarken ona bir kavis vermeyi, kendi ciğerine çevirmeyi bilen (mistik) mizac’a sahiptir.  

Askerliği sırasında bir köyde tanıştığı ve ‘ilim sahibi akıl hocası’ olan Husmen Ağa’nın, Naci üzerinde büyük etkisi olur. Naci, ruhunun üzerindeki örtüyü Allah’ın lütfuyla Husmen Ağa vasıtasıyla kaldırmayı başarır. Naci, iman sahibidir, ancak bir rehberi ya da mürşidi olmadığı için doğruya ulaşamamakta, ‘akrep kıskacı’ dediği düşüncelerle adeta kendi beynini kemirmektedir. Husmen Ağa, medrese okumuş, Birinci Dünya Savaşı’na, ardından istiklal Savaşı’na katılmış, okumaya hep devam etmiş, sonunda şehirden kaçıp köyüne sığınmış bir ariftir. Husmen Ağa, felsefe ile hakikatin bulunmayacağına inanır, bu nedenle Naci’ye ’doğru’yu bulup bulmadığını sorarak kendisinde merak uyandırmayı başarır.

Naci, Husmen Ağa’nın evinde bir levhada gördüğü ve çevirisini sorduğu ‘Mutu kable en temutu’ ‘Ölmeden evvel ölünüz’ anlamındaki sözden çok etkilenir. Bu söz bir hadistir. Naci’nin huzursuzluğunda ve arayışında eski harflerin unutturulmaya çalışılmasının yarattığı kültür kopukluğunun da etkisi vardır. Bu nedenle Naci, eski harfleri öğrenmeye karar verir. Aradığını yakın çevresinde ya da elinin altında bulamayan aydın, ister istemez bir çatışma yaşıyor ve huzursuz bir arayış dönemine giriyor. Naci, bu ruh halindeyken Husmen Ağa ile hayatının dönüm noktasını yaşar. Onun rehberliği ile arayışını düzeltir, yani neyi aradığını bilir.

Yazar, Naci’nin en büyük probleminin ‘ölüm’ olduğunu söylerken onu, bohem hayatı yaşayan arkadaşlarıyla kıyaslar. O, bohem arkadaşları gibi yaşamayı içgüdülerin tatmini olarak görmez, tek gerçeğin de ölenin de fert olduğuna inanır. Romanda Necip Fazıl’ın kendi fikirlerinin Naci’ye yüklendiğini söylemek mümkündür. Necip Fazıl’a göre ölüm, çetin geçittir. Bu çetin geçitten geçmeye hazırlanmak olan yaşamanın daha zor olduğunu ifade eden yazar, ölümden habersiz gibi yaşayan insanları şiirleriyle ikaz eder. Necip Fazıl, ölümsüzlüğü hedefler. Bunun ise ancak İslam’la gerçekleşeceğini savunur. Çünkü İslam, insana şöyle der: ‘Sen ölmeyeceksin!’ İnsan, İslam’a inanmakla ölümsüzleşir. Öldükten sonra dirilmek bilindiği gibi imanın şartlarındandır.  Cüneyd-i Bağdadi’nin sözüyle tasavvuf, ‘Hakk’ın seni senden öldürmesidir.
Naci, Belma Hanım’a ulaşamadığı ve çıldırmaktan korktuğu bir gün, ikinci benliği –ki ruhun karşılığı olabilir - tarafından arayışı konusunda uyarılır. Yazar bu anları Naci’nin ağzından şu sözlerle anlatır: ‘Ne arıyorsun budala?. . . Aradığının ötesinde Allah var!. . ’ Naci bu sesten sonra cinnet geçirmekten korkar ve yatağına girer, ‘gözlerini yumar yummaz gördüğü; besili, kuvvetli, alevden dili sarkık, bembeyaz testere dişleri sipsivri, hançer gözlü bir köpek kendisine hırlıyor. Bütün iradesini toplayarak kendisine emretti: ‘Uyu!’ Uyumadı, bayıldı. Yatağından kalktığı ve eşyasını yerli yerinde gördüğü dünya, eskisi değil, başka bir dünyadır.  Burada bahsedilen köpek, nefsi temsil etmektedir. Nefsin köpeğe benzetilmesiyle ilgili şöyle bir menkıbe vardır: Abdulkadir-i Geylani, uzun bir riyazetten sonra, nefsin bir köpek şeklinde ağzından çıkıp bir köşedeki yemek artıklarına doğru süründüğünü gördü ve haykırdı: İyi ettin de çıktın! Seni bir daha içime almayacağım!’ Hitap geldi: ‘Onu içine al! Biz seni onunla seviyoruz.  Necip Fazıl, nefsi, kendisi için değil, hak için girişilen işlerde bile kendisine pay çıkarmaya bakan bir köpek olarak tarif eder.  Necip Fazıl’a göre birçok insanda psikolojik rahatsızlıklar olarak ortaya çıkan şüphe, korku ve bunların beslenmesi ile arkasından gelen cinnet, nefİsle mücadeleyi bırakanlarda hemen görülebilir.

Naci için tek kurtuluş yolunun Allah’a bağlanmak olduğunu bilen annesi, oğluna ‘Allah’a bağlan, yalancı dünyadan geç ve korkma!. . ’ diyerek ona sabrı telkin eder. Naci, Allah’ın kendisini affedip etmeyeceği konusunda endişelidir. Tasavvufta insanın Allah’a kavuşabilmek, onun rızasını elde edebilmek için nefis, şeytan ve günah engellerini aşması gerekir. Bu nedenle arayış, her arayıcı için bir imtihan sürecidir. Kişi, ancak nefsinin kötülüklerinden uzaklaşarak Allah’a kavuşabilir.

Naci, vehim ve şüpheden kaynaklanan bir huzursuzluk içindeyken komşusundan dinlediği ‘Allah hiçbir nefse gücünden fazlasını yüklemez. ’ ayeti ile ağır yükü kaldıracak güce sahip olduğunu fark eder, bu idrak onda bir rahatlama yaratır. Bundan sonra huzursuzluğunu giderecek yeni arayışlara girer. Ruh doktorlarını, ‘kendi bildiklerinin cahili ve tohumun içindeki gizli cevheri pensle arayan bir kafa sahibi’ olarak gördüğü için onlara danışmaz, ancak annesinin tavsiyesine uyarak bir hocaya gidip kendini okutur. Hoca, Naci’nin yaşadıklarını ‘vesvese’ olarak yorumlar. Naci, aradığının manalar aleminde olabileceğine inanır ve mürşit arayışına çıkar. Ancak bu süreçte dinlediği hocaların, şeyhlerin hepsinde tebliğ ağzı bulmaktan rahatsız olur ve hayal kırıklığına uğrar. İmamları yobaz ve softa bulur. Naci’nin aradığı; aşk, vecd ve ihlastır. Naci henüz bir mürşit bulamasa da kendisine tasavvufi bilgileri ve eski harfleri öğretecek ‘tatlı bakışlı ve mahcup’ bir imamla tanışır.

Naci bu dönemde tasavvuf yoluna girmek isteyen birçok talip gibi hatarlarla karşılaşır: ‘Varlık mı, yokluk mu?’ sorusuyla karşılaşan Naci, kendisini şüpheden uzaklaştırmaya çalışır ve hataratın vicdanına yerleşmesini önlemek için tasavvuf büyüklerinin hikayelerini hatırlar. O hikayelerden birine romanda yer verilir: ‘Bir gün sahabiler, Allah’ın Resulüne, ruhlarına musallat bu gibi tepeden inme duygulardan bahsediyorlar… Ve ezici kalp burkuntuları içinde kıvrandıklarını söylüyorlar: ‘Bu haller imanın kemalindendir,’ cevabını alıyorlar. Hatarat, Rahman’dan bir uyarı olabileceği gibi, nefsin ayartması ya da şeytanın kışkırtması ve vesvesesi de olabilir. Allah, peygamberine şeytanın hataratından kendine sığınarak sakınmasını emretmiştir. Nefsin ayartması konusunda ise Kur’an’da şöyle denmiştir: ‘Hayır nefsleriniz sizi böyle bir işe sürükledi. Bana düşen artık güzel bir sabırdır. (Yusuf, 12/83)
Naci, mürşidi olmadığı için hataratlarla tek başına mücadele etmeye çalışır, yazar onun kitaplardan bulduğu çözüm yolundan bahseder: ‘Aldırmayacaksın, boş vereceksin, güleceksin!. . . Fakat bir taraftan da kalbe yerleşmesine engel olmak için onları nefyetmeyi, defetmeyi de ihmal etmeyeceksin!. . Ve bileceksin ki, ‘hatar’lar defedildikçe ricat eder gibi yapıp daha kuvvetle hücum eder. Aldırmamakla kovmak arası, onlara karşılık vereceksin! Tasavvuf yolunda sufilerin sık karşılaştığı hatarların çeşitleri vardır: ‘Akıldan gelen hatır, günahları işlemeyi ve hevanın mübah olan şeylere tabi olmasını emreder. Şeytandan gelen hatır, küfrü, şirki, şakiliği, Allah’ı vaadinde töhmet altında bırakmayı, ibadet ve muamelatta günah işlemeyi, tevbeyi ertelemeyi ve kişiyi dünya ve ahirette helake sürükleyecek şeyleri emreder. Bu iki hatır zemmedilmiştir. Her ikisi de bütün müminlerde bulunur. Kul, bu tür hatırları ancak takva ve zühd ile kendinden uzaklaştırabilir; bu şekilde varlığını saflaştırabilir; zahir ve batınına istikamet verebilir. Böylece onun kalbi parlak bir ayna gibi olur. Şeytan ona herhangi bir yerden gelemez, çünkü kul onu sezer. Naci, kendisini laf hokkabazı olarak suçlayan şüpheyi def etmek için, son çare olarak secdeye varır. Namazdan sonra ise ‘her zerresi eriyip akacak şekilde ağlar ve Allah’tan imanı elden gitmeden ölmeyi ister: ‘Allah’ım; bu içime dolan hislerin, beni bir noktada kıstırması ve yenmesi ihtimali varsa, secdede tam ismini dile getirdiğim şu an canımı al ve dünya hayatıma son ver!. . ’ şeklinde dua eder.

Naci, nefsiyle mücadele ettiği bu dönemde mürşidi olmadığı için şüphe ile baş etmekte zorlanır ve düşüncelerini not defterine yazarak adeta kendi kendiyle konuşmaya başlar. Yazdığı konular arasında, hakikat arayışı, birlik ve sır dikkat çekmektedir: ‘Hakikat birdir ve daima bir kişidedir, O bir kişi, bin kişide aranmaz, bin kişi kendini o bir kişide bulur. ‘Bir’e inan, bir kişiye bağlan ve gergin ipliklerden daha doğru bir yola düş ve kargaşalıktan kurtul! Allah birdir ve en büyük peygamberi bir… ‘Anlamak yok, inanmak var! ‘Hakikat… Kederin hakikati Allah’tan uzaklık, safanın hakikati Allah’a yakınlık… Varlığın hakikati Allah’ta yok olmak, aşkında hakikati Allah’ı sevmek…Sır… ‘Akıl esrarı sıyırmak ister. Sıyırdıkça esrar daha ziyade kesafet bağlar. ‘Şeriat, dış görünüşündeki billur gibi vuzuhuna rağmen, içiyle bütün bir esrar hazinesi… ‘Gerçek esrar anlayışı İslam’da… Güzellik esrardır. Ve onun içindir ki, güzel, peçe altındadır. ‘Bütün tasavvuf esrardır… Allah’a esrar yolundan bağlanınız!. . . İhata edilen her şey, ihata edenin esrar dairesi içindedir… Her şey Allah tarafından ihata edilmiştir…. Esrarı anlamak, anlayamamayı anlamaktır. Ne güzel anlayış!. . Sufiler derler ki: ‘Sır, insanın vakıf olduğu şeydir. Sırrın sırrı ise Hak’tan başkasının muttali olamadığı şeydir. Sufiler derler ki: Hür ve asil kişilerin kalpleri sırların mezarıdır.

Naci, huzuru ve sükunu kelimelerle anlatamadığını görünce bir mürşit bulmak gerektiğini bir kez daha anlar. Bu konuda destek almak üzere mürşit olmasından şüphelendiği Husmen Ağa’dan yardım alır. Husmen Ağa, seyr-i süluk tecrübesini yaşayan biri olarak Naci’ye şu sözlerle yol gösterir: ‘Arama hırsını, telaşını da yenecek, boynunu bükecek ve tevekkülle bekleyeceksin! ‘Allah’ın bu an için senden esirgediğini zorlamayacaksın! Nasip ise senin haberin olmadan beklediğin erdirici karşına çıkar. Tasavvuf yoluna giren müridin bir mürşide ihtiyacı zorunludur. Çünkü şeyh ya da mürşit ilk önce müridin kalbini temizler, böylece mürid Tevhid-i İlahi’nin ışıklarını yansıtır hale gelebilir.

Husmen Ağa’nın mürşidi ölmüştür ve Naci’nin merakını ‘eşiğini bekleyen ve bütün emirlerine boyun eğen bir köpek olmak rütbesinden başka’ kendisinde ‘o soluktan hiçbir pay’ olmadığını söyleyerek giderir. Husmen Ağa, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin kitabında yer alan mürit tanımını verir: ‘Ölü yıkayıcısı elinde mevta gibi ne tarafa döndürülürse dönen ve gık demeyen…Naci, Husmen Ağa’ya tasavvuf yolunda tek başına olmaktan dolayı yaşadığı sıkıntıları anlatır: ‘Hatarat dedikleri vehimler içinde kavruluyorum! Bu vehimler sade eşyanın sırrını kucaklama davranışına karşı harekete geçiyor; tam imana vardıktan sonra bana onda da musallat oluyor. İmanımı kaybetmek korkusuyla o hale geliyorum ki, kafamı bir mengene içine sokup kırmalarını, pestil etmelerini isteyeceğim geliyor. Husmen Ağa, bunların, imanın bastırdığı nefsten gelen şeyler olduğunu ve sevinmesini, çünkü bu sesleri duymayanların ilahi esrardan uzak düştüklerini söyler. Tek usulün de nefis canavarının dizginlerini akıla kaptırmamak olduğunu ifade eder. Husmen Ağa, ona şeytanın hilelerini iyi tanımasını söyler. Şeytanın kötülükle aldatamayınca iyilikte ölçüyü kaçırtacağı ve sırtına ibadette bile taşınmaz yükler bindireceği konusunda Naci’yi uyarır. ‘Ruhun, riayet emriyle, şeytanın esaret teklifleri arasındaki farkı ayırt edecek kıvama ersin!

Naci’nin arayışı gördüğü bir rüya ile bir yola girer. Çünkü mürşit arayışından uyanış genişleme (bast) ile başlar, çünkü bu daralmış (kabz) egodan uzağa merkezkaç harekettir. Uyanış iki yoldan birinde ortaya çıkabilir; kişi ya kendi tutkularının üstesinden gelmesine imkan veren fevkalade bir tecrübe yaşar (bir rüya, bir hastalık veya büyük bir aşk gibi) ya da gündelik tecrübelerden ilgisini kesmeye zorlayan manevi bir inziva arar. Naci, rüyasında Hatçe’yi çeşme başında görür. Çeşmeden elmas parıltılı bir su akıyordur ve Hatçe, testisinin hiç dolmadığını söyler. Naci’nin susuzum, isteğine ise ‘dağ dağ dolaş, bir pınar bul! Ama dikkat et, suyu bulanık olmasın!’ cevabını verir. Hatçe rahmete ermiş, Naci’ye de ermenin yolunu gösteriyor. Husmen Ağa da aynı rüyayı görmüştür ve erdirici bulmanın vaktinin geldiğini anlar ve Naci’ye cami cami gezmesini, hududu da taşırmamasını, her şeyi nasibe bırakmasını söyler. Bu rüyadan sonraki günlerin birinde Naci’nin yaşadığı bir olay, onu mürşidine götürür. Şöyle ki: Naci, mescitte Hafız olan meczuba her zamanki gibi para verir. Hafız, Naci’nin cebindeki para miktarını bilerek bir keramet gösterir. Yatsıdan sonra Hafız’ı takip eden Naci, onun tanımadığı halde ihtiyaç içinde olan bir ailenin kapısını çalarak onlara kendisinden aldığı paranın büyük bir kısmını verdiğini görür. Naci’nin kendisini takip ettiğini bilen meczup mezarlıklarda dua okuyarak Eyüp’e gelir, eşiğine geldikleri kapıdan Naci’nin girmesini ister. Kendisinin izni ise eşiğe kadardır. İçeride onu safa geldiniz, diyerek karşılarlar. Ondan kafasını çıkarmasını isterler, çünkü bu yeni hayatta ona yeni bir kafa verilecektir. Tasavvufta bir mürşide intisap eden talibin daha önce bildiği her şeyi unutması istenir. Naci’yi siyah gözlü beyaz sakallı bir insanın huzuruna çıkarırlar. Sonrasını yazar şöyle anlatır: ‘Naci, görmeye çalışıyor, fakat göremiyor. Sanki ayakları topraktan kesilmiş ve madde alemiyle beş hassesi arasında temas kalmamıştır. Kendisini bir endam aynasında görüyor ve o aynada birini kovalamak istiyor. Fakat mümkün mü? Aynanın içinde yol almak, mesafeler güya aynıyken kabil mi? Naci bu ‘insan olmayan insan’ önünde büyük manalar hisseder. ‘yalan, bu dünya yalan… Aynadaki yalan…’ der. Ona ‘ senin işin bu; aynalara tutulanlara yol göstermek. Yoksa sen neredesin, Mevlana Halid’e verilen ayakyolu temizleme işindeki büyüklük nerede?’ der. ‘Gel, bize gel, başın sıkıştıkça bize gel!. . Var olmak istiyorsan Allah’da yok ol! Naci, bastığı yerden habersiz, çıkarken bir ara elini başına götürdü, kafası yerindeydi. Bir ses duydu, içinden gelen: ‘Boşuna arama, bulamazsın! Naci ve Hafız, gökte bir nur görürler ve Naci, Hatçe’den de geçerek artık sadece Allah’ı ister.



Bunları Biliyormuydunuz ?

Necip  Fazıl Kısakürek’in Yüksek  Devlet Koservatuarı’na Tayini Hakkında ;

Necip Fazıl 1935’ta İş Bankası Genel Müdürlük kadrosuna alındı ama bir süre sonra ayrıldı ama çok sürmedi ayrılık. Gerisini Necip Fazıl Kısakürek’in otobiyografik eseri olan Kafakağıdı’ndan okuyalım : { ‘’ Hemen Ankara … Eski Umum Müdürü, o zaman İktisat Vekili Celal Bayar’la karşı karşıya : - Gel bakalım, şair, nerelerdesin ? Duyduğuma göre bankadan istifa etmişsin ! – Öyle oldu. Bir mevsim, suların dibinde yatan bir denizaltıya döndüm.Şimdi su yüzüne çıkabiliyorum’’

Celal Bayar, fazla tafsilat istemedi, gülümseyerek sordu: - Tekrar bankaya girmek ister misin ? – Onun için geldim.’’ Bir telefonla iş halloldu, kendisine, İş Bankası’nın teftiş heyetinde bir kadro bulundu.

1936 sonunda, bir edebiyat dergisi çıkarmaya karar verdi.Yine doğruca, Celal Bayar’ın evine gitti ve ‘’Memleketin buna ihtiyacını takdir edersiniz.Eğer emrinizdeki bankalardan İş Bankası ve Sümerbank bana bir senelik peşin ilan karşılığı muayyen bir para verirlerse bir mesele kalmaz.’’ dedi.Celal Bey kendisine hak verdi ve şarimize 1.600 lira takdim etti.Bir mebusun ayda 200 lira aldığı günlerde iyi paraydı bu.Necip Fazıl devletten para almanın ne kadar kolay olduğunu belki de o gün anlamıştı.



İlişkiler o kadar iyiydi ki, Atatürk’ün ölümü üzerine 26 Kasım 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesine şu coşkulu cümleleri yazdı :

‘’Benim gözümde birbirine bağlı iki işin sahibi iki Atatürk var.Zaman tasnifinde bunlardan biri düşmanın denize dökülüşüne, öbürü bugüne kadar sürer.Biri ölüm hükmü giymiş bir milleti şahlandırdı.Mucize çapında bir başarıyla madde ve askerlik planında muzaffer kıldırdı.Öbürü, bir an evvelki ölüm tehlikesini doğuran sebepler alemine karşı harekete geçti, fikir ve cemiyat planında yeni bir bünya inşasına girişti.İnkilabcı Atatürk, Tanzimattan beri Türk cemiyetinin  Avrupa medeniyet manzumesine kavuşturulması yolunda girişilen yarım ve kısır teşebbüsleri tam ve yüzde yüz randımanlı hamleler haline getirdi.Milli Kahraman’ın ölümü önünde duyduğumz matem hissini, tek bir emniyet duygusu ile teselliye muktediriz:Teknesinde Atatürk’ü yoğuran Türk milletinin, için için tekevvünleriyle aynı çapta kahramanlara daime gebe kalacağı emniyeti…’’

Bu güzel satırların ödülü olarak,Atatürk’ün ölümü üzerine kurulan Celal Bayar hükümetinde Maarif Vekili olan ve  bir kitabını ‘hakkında her vasfın aciz kaldığı şaire’ diye ithaf eden Hasan Ali Yücel tarafından Dil Tarih Fakültesi kadrosundan Yüksek Devlet Konservatuarı’na tayin edilmek oldu.










Yorumlar

Popüler Yayınlar